top of page

Geçmişin mekanı olarak ev

Covid-19 nedeniyle uzun süredir evdeyiz. Bu süreçte evin önemini, anlamını, işlevini daha çok düşünür olduk. Sıklıkla sosyal medyaya ‘Evim evim güzel evim’ manzaraları yansıdı. Bazılarımız evde olmanın tadını çıkarırken, bazılarımız evde olmanın ortaya çıkardığı bir takım duygularla boğuşur durumda kaldı. Bazılarımız kendi evlerine kapandı, bazılarımız ailelerinin evlerine döndü. Evde pek vakit geçirmeyenler ne yapacağını şaşırdı, boşluğa düştü. Evde sürekli vakit geçirenler başkalarının dışarıya dair özlemlerini, evde olmaya dair serzenişlerini anlayamadı ve belki de bazen halihazırda deneyimlediği kendi keyfi karantinasını fark edip yalnızlığına hüzünlendi.


Bana öyle geliyor ki sanki bu süreçte evin dışarıdaki tehlikelere karşı koruyuculuğunu dikkate alırken evin kendi içindeki tehlikelerini yok saymış gibiyiz. Evin bize çağrıştırdıklarının, anımsattıklarının ruhsallığımızdaki etkilerini görmezden gelmiş gibiyiz. Evlere kapandığımızda evin hep kapsayan hem de yutabilen bir mekan olabileceğini hesaba katmamış gibiyiz. Ancak bir süredir evdeyiz ve belki bir süre daha evde olmak zorundayız. Evin geçmişe açılan kapısı zorlanmaya başladı ve geçmişten anılar ruhsallığımızı işgal etmeye başladı. Evdeki nesnelerin, mobilyaların ruhsal anlamlarını fark etmeye ve yüklenmiş oldukları anıları hatırlamaya başladık. Evde olmak bazılarımızda tekinsiz bir his ortaya çıkardı ve bizi geçmişin karanlık, uzun süredir girilmeyen, tozlu odasına sürükledi.


Freud, ‘Tekinsizlik Üzerine’ makalesinde Almanca unheimlich (Türkçe’de tekinsiz) kelimesinin farklı tanımlarını ifade eder. Unheimlich hem bilinen, aşina olunan, ev veya aileye ait olan hem de gizlenen, gözden uzak olan ve böylece bilinmeyen anlamına gelir. Ayrıca unheimlich kelimesinin korkutucu ve tüyler ürperten anlamı da vardır. Gizli kalması gerektiği halde açığa çıkmış her şey unheimlich, yani tekinsizdir. ‘Evin Bilinçdışı’ kitabında Alberto Eiguer evin ruhsallığımızdaki yerini, anlamını ve önemini anlatır ve bir yerde şöyle yazar: “Herkes ve her birimiz, eve yoğun olarak bağlanırız, onu severiz, üstüne titreriz, ondan nefret eder ya da çekiniriz. Bazen içinde kendimizi hapisteymiş gibi hissedebiliriz, buna rağmen ev bizi dünyadan korur.”


Ev dünyadaki tehlikelerden koruduğu gibi bizi bilinçdışının karanlığına ve tekinsizliğine götürür. Bazen o karanlıkta kaybolacakmışız gibi hissederiz ve yutulmaktan korkarız, bazen de evin kapsayıcılığına ihtiyaç duyarız ve bir taraftan annesel olan evin kollarına kendimizi bırakırız. Bazılarımız yaşadığı evden nefret eder, bazılarımız ise onu çok sever. Nefret ve sevgi zıt duygular gibi görünse de bir bağın işaretidir. Evle aramızda bir bağ her zaman olur. Bu bağ ile geçmişimize, anılarımıza temas ederiz ve evin her karesinde farklı duygular hissederiz.


Ailelerinin yaşadıkları evlere dönen hastalardan ara ara evlerindeki, odalarındaki eşyaların geçmişe dair bir şeyleri zihinlerine getirdiğini ve onlar için duvarların film şeridi gibi olduğunu işitiyorum. Ev, herkes için güvenilir değil ve herkes için olumlu anılar akla getirmiyor. Freud’un tekinsizlik üzerine yazısını dikkate aldığımızda evde olmak hem bilinen, aşina olunan hem de gizlenen, gözden uzak olan, korkutucu anıları anımsatabiliyor ve tekinsizlik hissettirebiliyor.


Acaba aklımıza gelen bu anılar, hissettiğimiz duygular bizim hakkımızda ne diyor? Evde olmanın bizim için ne gibi anlamları var? Evdeki eşyaların sesine kulak kesildiğimizde ne duyuyoruz veya ne duymuyoruz? Evde kapsandığımızı mı yoksa yutulduğumuzu mu hissediyoruz?

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


bottom of page