top of page

Ayrılmak veya ayrılamamak, işte bütün mesele bu!

Güncelleme tarihi: 27 Nis 2021

Ayrılık kelimesi köken olarak arapça frḳ kökünden gelen firāḳ sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcüğün kökenlerinde ayrı kalma, bir kimseden uzak düşme, hüzünlü ve kederli olma anlamları yatar. Bir de firāḳtan türeyen firāḳiyye kelimesi vardır; konusu ayrılık acısı olan bir manzume. Bu anlamlar içerisinde ayrılığın hissettirdiği acıya, kedere bir atıf vardır. Keder bir insanın ayrılığa, kayba verdiği ilk tepkidir. Bu ayrılık ve kayıp deneyimi ise yas uğraşını gündeme getirmektedir. Yas, yatırım yapılmış ve bağ kurulmuş bir şeyden o yatırımı çekmeyi ve bu kayıp temelinde içsel dünyada değişiklik yapmayı gerektiren zorlu ve zahmetli bir süreçtir.


Ayrıca ayrılık sadece insanlardan ayrı düşme anlamına gelmez, bu ayrı düşme deneyimini bir yatırım yaptığımız veya sembolik bir bağ kurduğumuz her şeye uyarlayabiliriz. Freud, kayıp deneyimini sevilen birisinin gerçek kaybı ve kaybedilen kişinin yerine koyulan soyut bir kavramın yitirilişi olarak ele almıştır (1). Anlam ve yatırım bakımından bizim dünyamızda bir yer edinmiş herhangi bir şeyden ayrı düşme bizim için bir ayrılıktır ve hissedilen kayıp deneyimi bizim için duygusal bir acıya neden olacaktır. Kaybedilenler gerçek veya hayali olabilir; canlı veya cansız, somut veya soyut birçok şeye ilişkin olabilir. Bu kayıplar iç dünyada kaçınılmaz bir kıpırdanma yaratacaktır.


Bazı insanlar vardır, kaybı kabul etmez ve yasa karşı gelir. Bazıları kaybın acısını, o kaybın ortaya çıkardığı boşluğu inkar eder ve bir şeyi kaybetmemiş olduklarına kendilerini ikna ederler. Bazıları ise o kaybın acısına karşı kendilerini korumak için kaybı küçümser, aşağılar ve kaybedilen şeyi değersiz görerek onlar için hiç de önemli değilmiş gibi davranırlar (2). Kronik yas tutanlar vardır (3), sürekli bir matem havasında olanlar, nesne biriktirenler, bir türlü vazgeçemeyenler… Yas çalışması sekteye uğradığında kişi, patolojik uca kaymaya başlar ve melankoli ortaya çıkar. Melankolide kayıp inkar edilir ve kişi, kaybedilen nesneyle özdeşleşerek onu içine hapseder ancak nesne, öznenin tutsağı olurken özne de bu tutsaklıktan payını alır ve 'nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer'. Böylelikle, özne nesneleşmeye başlar ve kendisine bir nesneymişçesine muamelede bulunur (1). Bazı insanlar vardır, kendilerine gerçekliğe dayanmayan eleştirilerde bulunurlar; kendilerini suçlayıp dururlar. Aslında bu kişilerin kendilerine yönelttikleri suçlamalar, eleştiriler nesneyi hedef almaktadır ve bu kişiler ‘ben çok kötüyüm, yetersizim’ derken nesneye ‘sen çok kötüsün ve yetersizsin’ demiş olurlar. Bazı intihar olguları da bu doğrultuda ele alınabilir; kişi, nesneye yönelik olan yıkıcılığını, nefretini kendisine yönlendirmiştir ve kendisini öldürerek aslında nesneyi cezalandırmayı amaçlamıştır.


Bazı kuramcılar kayba verilen tepkilerin kökenini, birincil nesne olan anne ile bebek arasındaki ilişkide gerçekleşen ilk ayrılıkta ararlar. Mesela bazı insanlar ilişkilerinde kısa süreli bir ayrılığı bile tolere etmekte zorlanırlar, bu kısa süreli ayrılık onlar için bir felakettir. Sanki bu ayrı olma halini bir terk edilmeymiş gibi deneyimlerler ve karşı tarafı kendilerini terk eden, ihtiyaçlarını görmeyen kötü kişiler gibi algılamaya eğilim gösterirler. Winnicott (4), erken yıllarda bebeğin ruhsal ve duygusal gelişimi için annenin bebeğin ihtiyaçlarına zamanında karşılık vermesinin öneminden söz eder. İlk başlarda anne-bebek birliği vardır ve anne, bebek ihtiyaç duyduğu anda onun yanında belirir. Ancak bu birlik kaçınılmaz bir şekilde bozulur. Bunu yavaş yavaş bozan ise annenin, bebeğin ihtiyaçlarına anında karşılık verememesidir. Bebeğin beklediği anne x zamanda gelirse bebek, anne imgesini içsel dünyasında korumaya devam eder. Anne x+y zamanda gelirse bebek kendi içinde yoğun bir gerilim yaşar ama tekrar düzene girmesi çok zor olmaz. Annenin gelişi x+y zamanı aştığında ise bebeğin zihnindeki anne temsili silikleşmeye başlar ve ruhsal dünyasından silinir. Artık bu imgenin yerinde bir boşluk vardır. Ayrıca, Winnicott'un öne sürdüğü kucaklayıcı çevre, yani annenin yatıştırma işlevini içeren annesel bakım içselleştirilemediğinde bebek, gerilimi ve kaygısıyla terörize olur. Bion (5), bebeğin iyi annenin yokluğunu kötü annenin saldırısı olarak duyumsayacağını öne sürer. Bebek için anne artık bir zulmediciye, saldırgana, terk edene dönüşmüştür. Bu fantezi, bebek için tahammül edilemez bir kaygı ve dehşet yaratır. Bazı insanlar bir şeylerden ayrı kalmaya o kadar zorlanırlar ki bir an evvel o kişileri yanlarında görmeye, o ayrılığa son vermeye ihtiyaç duyarlar. Bir boşluk hissi deneyimlerler. Panik olurlar, kendilerinden ayrı kalanlara öfkelenirler. Kişiye ilişkin temsilleri birden değişmeye ve iyiden kötüye dönüşmeye başlar. Bu kişiler için böylesi bir ayrılık bile epey sarsıcıdır, yas tutmak ise imkansız olmasa da çok zordur. Öncelikle annenin boşluğunun yası tutulmalıdır (6), ancak bu boşluğa farklı nesneler konulur (bir insan, iş, yemek, uyuşturucu vb.) ve boşluğa karşı bir savunma geliştirilir. Bunlar olmadığında veya kaybedildiğinde ise boşluk tekrar hissedilir, ancak bu boşluk hızlıca başka şeylerle doldurulur.


Ayrılığa ve kayıplara tepkiler o kadar çeşitlidir ki bazıları gidenin ardından hayatta kalmak istemez ve bazen bu onları ölüme sürükler mesela. Sevdiği bir yakınını kaybettikten sonra ardından ölen kişilerin haberlerini hepimiz duymuşuzdur. Bazıları ise nesneyle bağı sürdürmek adına onunla özdeşim kurarak onun gibi olmaya, mesela onun gibi konuşmaya, giyinmeye, bazen onun hastalıklarını göstermeye başlar. Bazıları gidenin ardından acısını, kederini sembolik bir alanda ifade etmeye çabalar. Zbigniew Preisner bunlardan bir tanesidir. Yönetmen Kieslowski’nin filmlerine besteler yapmış olan Preisner, yakın arkadaşı öldükten sonra ‘Requiem for my friend’ isimli albümünü çıkarmıştır. Bu, yas uğraşının ortaya çıkardığı mükemmel bir yaratımdır. Bazen dinlediğimiz bir müzik, izlediğimiz bir film veya gördüğümüz bir resim, tablo bizim ifade etmekte zorlandığımız acımızın ve kederimizin dışarı akmasına bir alan açar. Darian Leader (7) şöyle demiştir: ‘Acıma dair kimsenin anlayamadığı şeyi birileri öyle bir yolla ifade eder ki ben de ifade edemediğim o şeyde kendimin farkına varırım.’


Ayrılıklar ve kayıplar içimizde ve dışımızda, her yerde. Freud zamanında benliğin terk edilmiş nesne yatırımları olduğunu söylemişti (8). Biz, kaybettiklerimizin toplamıyız ve tabi ki bir türlü bırakamadıklarımızın...




Kaynakça

1. Freud, S. (1924). Mourning and melancholia. The Psychoanalytic Review (1913-1957), 11, 77.

Chicago

2. Klein, M. (1940). Mourning and its relation to manic-depressive states. International Journal of Psycho-Analysis, 21, 125-153.

3. Volkan, V. D., & Zintly, E. (2018). Kayıptan sonra yaşam: Komplike yas ve tedavisi. Pusula Yayıncılık.

4. Winnicott, D. W. (1991). Playing and reality. Psychology Press.

5. Bion, W. R. (1994). Learning from experience. Jason Aronson.

6. Mitchell, L. (2000). Attachment to the missing object: Infidelity and obsessive love. Journal of Applied Psychoanalytic Studies, 2(4), 383-395.

7. Leader, D. (2018). Depresyon: Yas ve Melankoli. Encore Yayınları.

8. Freud, S. (1989). The ego and the id (1923). TACD Journal, 17(1), 5-22.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


bottom of page